Dünya Doktorları Derneği’nden Gazze’ye Yardım Eli Dünya Doktorları Derneği’nden Gazze’ye Yardım Eli

Son dönemlerde kadın cinayetleri hızla artıyor.  Yapılan bir araştırma 2010 _2020 yılları arasında geçen 10 yıllık süreçte 2534 kadının öldürüldüğünü ortaya koydu.  Kadın Cinayetleri ve cinsiyet eşitliği ile ilgili Ekiz _Sarıca Hukuk Bürosu Avukatlarından Ümit Koyuncu aydınSes Medya'dan Gazeteci Murat Aydın'ın sorularını yanıtladı. 

Medyaya yansıyan kadın cinayetlerinin haritalama çalışması, Türkiye'de 2010-2020 yılları arasını kapsayan 10 yılda işlenen kadın cinayetlerinin detaylı bir veritabanını oluşturuyor. Kadincinayetleri.org adresi üzerinden yayınlanan interaktif haritalama çalışması, Türkiye'de 10 yılda en az 2 bin 534 kadının öldürüldüğünü ortaya koyuyor. 

Cinayetlerin yarısı 10 ilde

Çalışmaya göre kadın cinayetleri en fazla İstanbul (347), İzmir (176), Ankara (135), Adana (125) Antalya'da (110), Gaziantep (105), Bursa (94), Mersin (79), Konya (76) ve Kocaeli'de (71) işlendi. Söz konusu 10 ilde 10 yılda en az 1318 kadın öldürüldü. Bu, kadın cinayetlerinin yarısının söz konusu illerde işlendiğini gösteriyor.

İstanbul'da en fazla kadın cinayeti tespit edilen ilk üç ilçe Bağcılar (22), Esenyurt (22) ve Fatih (21) oldu. Ankara'da en fazla kadın cinayeti görülen ilçeler Keçiören (28), Mamak (24) ve Çankaya (19); İzmir'de ise Buca (24), Konak (22) ve Karabağlar (22) oldu.

Türkiye Genelinde yaşanan Kadın Cinayetleri haritası..

Cinayetlerin bir numaralı faili: Koca

Türkiye'de 10 yılda öldürülen 2534 kadının 1113'ünün faili kocasıydı. Bu, her 10 kadın cinayetinden en az 4'ünde failin, kadının kocası olduğu anlamına geliyor. 10 yılda 285 kadın cinayetinde fail erkek arkadaş, 176 kadın cinayetinde eski koca, 82 kadın cinayetinde ise eski erkek arkadaş oldu. Yakın ilişki cinayeti olarak da anılan bu cinayetler, 10 yılda işlenen kadın cinayetlerinin yüzde 65'ini oluşturuyor.

Her 5 kadın cinayetinden birini aile işliyor

Kadın cinayetlerinin failleri sıralamasında eski kocadan sonra, dördüncü sırada akraba geliyor. 10 yılda 169 kadın akrabası, 111 kadın babası, 104 kadın ise erkek kardeşi tarafından öldürüldü. Buna ek olarak 79 kadını oğlu, 64 kadını damadı, 12 kadını kayınpederi öldürdü. Bu, her 5 kadından birinin aile veya akrabası tarafından öldürüldüğü anlamına geliyor.

Buna ek olarak 10 yılda 231 kadını, iş veya komşuluk ilişkisi nedeniyle tanıdığı bir erkek, 89 kadını ise hiç tanımadığı bir erkek öldürdü.

Kadın Cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle ilgili konuları Av. Ümit Koyuncu ile konuştuk. aydınSes Medya Yayın Yönetmeni Murat Aydın ve Muhabir Songül Başaran'ın sorularını yanıtlayan Koyuncu, sorularımıza Türkiye'de örnek alınacak ve yasal hükümlerde bile yer verilebilecek cevaplar verdi. İşte Av. Ümit Koyuncu'ya sorulan sorularımız ve verdiği cevaplar. 

1-      Toplumsal cinsiyet eşitliği bağlamında kadınların aile/özel ve çalışma hayatındaki rollerini nasıl değerlendirmek gerekmektedir?

Toplumsal cinsiyet, rollere göre farklılaşan kadın veya erkeğin sosyal hayatta kendisine başkası tarafından biçilmiş görevlerin varlığıdır. Bu rol görevler, özellikle kadınlara yönelik olup toplum içinde nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda beklentileridir.  Kısaca, kadın nasıl giyinmeli, nasıl konuşmalı, ne iş yapmalı, evinde nasıl olmalı, siyasette nerelerde görev yapmalı, iş hayatında hangi pozisyonlarda olmalı vb. gibi birçok şekilde roller biçilmektedir.

Peki bu rollerle şekillenmiş toplumsal cinsiyet kimler tarafından belirleniyor sorusunun cevabını aramak gerek, çünkü bu belirleyiciler hepimiziz. Evdeki anne, baba, okuldaki öğretmen, hayat bilgisi kitapları, şiirler, romanlar, medya ve hatta yakın tarihte hayatımıza girmiş sosyal medya.[MA1]

Ülkemizde çekirdek aile içerisinde çocuk yaşta, kızlara görev dağılımı yapılıyor ve zamanla bu görevler maruz kalan birey tarafından doğal görülüyor. Bir örnek vermek gerekirse, aile içerisindeki birbirine yakın yaşlarda iki kardeşten biri kız biri erkek olduğunda, erkek çocuk babasının arabasını alıp onla sürüş beceri ve yeteneklerini artırması teşvik edilirken, kız çocuğu sofrayı toplayan, annesine yardım eden, düğünlere, günlere götürülen hatta kimi zaman erkek kardeşine hizmet eden bir rol ile hayatına devam ediyor. Bu örnek öyle normalleşmiş ki, okullardaki hayat bilgisi kitaplarında bile mevcut, anne hep mutfakta, markette, baba garajda arabası ile ilgileniyor ve işten geliyor. 

Artık kadının rolü çocuk bakmak, ev işleri yapmak ve yemek hazırlamak, erkeğin rolü de evini geçindirmek olarak lanse edilmemelidir.  Çünkü bu rolün dışına çıkan kadın, erkekle bir görülmüyor ve çalışma hayatında iş bulmakta zorlanıyor, bulsa bile erkeklere göre düşük maaşla çalışmak zorunda kalıyor.

Tabi bunları söylerken bu rollere karşıyım, roller değiştirmeli, kadının rolü bu değildir demiyorum, yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için açıklık getirmek istiyorum.   Toplumumuzda birçok kadın ve erkek bu rolleri benimsemiş ve bundan mutluluk duyuyor olabilir. Herkes hangi rolde olmak istiyorsa özgürce karar verebilmesinden bahsediyorum. Devlet eliyle belirlenen cinsiyetçi görevler, okul kitaplarında, öğretmenden, idareciden ve aileden sürekli böyle dayatmalarla görev dağılımı anlayışına karşıyım. Kadın; yemek yapan, çocuk büyüten, evin sorumluluğuyla ilgilenen kadın sıfatlarıyla, erkek; çalışan, dışarı işleriyle ilgilenen, tamirat yapan gibi sıfatlarıyla görünmek istiyorsa bu roller ile savaşmayı yararlı bulmuyorum, ama eşlerden herhangi birinin karşı tarafa bu rollü dayatması kabul edilemez, ideal olan her iki bireyin uzlaşabilmesidir. 

2-         Son dönemde tartışmaların odağında cinsiyet eşitliği tartışılıyor. Kadın cinayetleri bitmiyor. Uzaklaştırma cezası verilen kişiler gidip cinayet işliyor. Kadın cinayetlerinin son bulması için neler yapılabilir. Sizce Türkiye’de Toplumsal cinsiyet eşitliği var mı, bu kavramın hukuki anlamı nedir?

Son dönemde bu tartışmaları daha sık duymamızın sebebi şiddet sayısının daha artması değil, daha bilinir hale gelmesi. Özellikle sosyal medyanın bu konuda katkısı çok büyük, artık hepimiz birer yayıncıyız. Bu sayede toplum daha bilinçli ve daha hızlı reaksiyon gösterebiliyor. Tek bir kadının dahi korunmasına katkısı olması için, hepimiz daha bilinçli, daha sorumluluk sahibi ve belki de şaşıracaksınız ama daha muhbir olmalıyız. Çünkü kol kırılıp yen içinde kaldıkça o kol düzelmiyor kırık şekilde sancısı devam ediyor. Şiddet, cinsel istismar, taciz gibi konuları gizlemek, yapanlara cesaret ve güç veriyor. İlk önce bu bilinci kadın erkek tüm toplum edinip nemelazımcılık yapmadan duyarlı ve hassas olmalıyız.  Kadın cinayeti ve taciz ancak bu şekilde sonlanabilir diye düşünüyorum. Bir de uzaklaştırma alanların cinayet işlediği gibi bir algı oluşturuluyor, bu kesinlikle doğru değil. Uzaklaştırma geçici bir önleme tedbiridir, gözünü karartıp boşanmak isteyen kadının bu iradesini açıkladığında başına bir şey gelmemesi için, alınması gereken bir önlemdir. Uzaklaştırma diye bir tedbir kararı şekli olmasaydı eminim ki daha çok cinayet işlenirdi.

Ayrıca toplumsal cinsiyet kavramının bir tanımı yukarıda vermiştik bunun hukuki tanımlamasını yapmamız gerekirse kayıtsız şartsız eşitsizliktir bence. Hukuk için asıl olan cinsiyet değil kişiliktir. Kişilik ise sağ olarak doğum ile başlar, yani cinsiyete göre değil, kişi olmakla ilgilidir ve herkes için eşit şekilde geçerlidir.

3-         Geçtiğimiz yıl oldukça sık duyduğumuz ömür boyu nafaka tartışmaları mevcut? Sizce bu konu öncelikle çözülmesi gereken bir konu mu?

Gerçekten 2021 yılında en çok duyduğum tartışmalardan biriydi. Çok hassas bir konu. Birçok kadın sivil toplum kuruluşu uygulamanın aynı şekilde devamını istiyor ve herhangi bir değişikliğe karşı çıkıyorlar. “Yoksulluk nafakası süresiz değildir, kadın evlendiğinde veya işe girdiğinde artık kesilir, o yüzden ömür boyu nafakadan söz edilemez” diyorlar.

Açıkçası ben aynı fikirde değilim. Tabi, medyada sık sık duyduğumuz “1 gün evli kaldım ömür boyu nafaka ödüyorum”, gibi cümlelerin çok gerçekçi olmadığını belirtmek isterim (Kimse 1 günde boşanamıyor). Zina, pek kötü veya onur kırıcı davranış, haysiyetsiz hayat sürme gibi durumlarda da şartlar oluşmuşsa zaten kocanın lehine bir karar verilir ve ortada bir yoksulluk nafakasından söz edilemez. Nafakaya hükmedilmesi için kusur oranının karşı taraftan daha ağır olmaması gerekiyor.

Hukukumuzda, kusuru daha ağır olmayan eşin yoksulluğa düşmemesi için getirilmiş bir hükümdür. Medeni Kanunumuz İsviçre’den iktibas (alıntı) edilmiştir. Yoksulluk nafakası ile ilgili hükmün aynısı da İsviçre’de mevcuttu, fakat İsviçre’de 2000 yılında kaldırıldı. Bunu bahane gösterip “İsviçre’de bile kaldırıldı, Türkiye hala ne bekliyor” diyenlerin sayısı oldukça fazla. Ama unutmamak gerekir ki İsviçre’de kadınların iş gücüne katılım oranı %60 civarındayken bizde sadece %30.

Yoksulluk nafakası eskiden sadece bir yıldı, tekrar bir yıla indirelim gibi sesler de duyulmakta. Ama burada öncelikle hakkaniyetli olunmalı ve rasyonel kararlar alınmalıdır.1 yıl veya en fazla 5 yıl gibi sınırlamaları doğru bulmuyorum. Kısa, orta ve uzun süreli evlilikler diye kategorize edilmeli. Uzun süren evliliklerde en azından evli kaldığın süreye yakın bir zaman tayin edilmeli veya 5-10 yılını boşanan koca ödedikten sonra eğer hala yoksulluk devam ediyorsa geri kalanı devlet tarafından ödenmeli diye düşünüyorum.

Yoksulluk nafakasında ki amaç kadını korumak, ama çocuklar açısından bir örnekle kıyaslama yapalım.  Bir çift düşünelim, 2 yıldır evliler ve çocukları yok. Boşanma sonrası kadın lehine yoksulluk nafakası hükmediliyor. Kadın eğer tekrar evlenmezse ve bir işe girmezse bu nafaka ömür boyu ödenecek. Diğer tarafta bir çift var, 20 yıldır evliler ve biri 16 diğeri 17 yaşında 2 kızları var. Boşanmada kadın aleyhine kusurlu olarak hüküm kurulduğu için yoksulluk nafakasına hükmedilmiyor ve kızların velayeti anneye veriliyor. Burada boşanan kocanın sorumluluğu ebeveyn olarak iştirak nafakası ödeme sorumluluğu. Ne zamana kadar ödeyecek, kızları ergin olana kadar yani 18 yaşına kadar. Eğer eğitim hayatlarına devam ediyorlarsa eğitimleri bitene kadar yardım nafakasına dönebilir. Eğitimleri bitince artık o da yok.

Şimdi iki örnek karşılaştırıldığında birisi sadece 2 yıl evli kaldığı bir kadına ömür boyu nafaka ödüyor, diğeri ise baba olarak öz kızlarına 18 yaşına gelene kadar nafaka ödüyor. Sormamız gereken soru şu, 2 yıl evli kalan kadının ömür boyu mağduriyetini düşünen kanun koyucu, ikinci örnekteki kız çocuklarının mağduriyetini 18 yaşına kadar mı önemsiyor. Bunun cevabı aslında evet, kanun koyucu eğitimine devam etmeyen kız çocuğuna çalış, iş bulabilirsin diyor, ama sadece 2 yıl evli kalmış boşanan kadına demiyor.

Ülkemizde KOSGEB, Kalkınma Ajansları kadınlara gerçekten destek veriyor, kararlı olan, isteyen kadın bırakın iş bulmayı, kendi işini de kurabilir. Sadece geçiş döneminde bu 3 yıl, 5 yıl veya 10 yıl da olabilir, kadınının desteklenmesi gerekiyor. Bu destekte belli bir süre kusurlu koca tarafından, geri kalanın da devlet tarafından ödenmesi gerekiyor diye değerlendiriyorum.

4- Kadınlar erkeklerden daha yoksul ve ekonomik güçleri daha az. Kadınların erkeklere ekonomik bağımlılığını azaltmak için nasıl tedbirler alınabilir, neler yapılabilir? Bu konuda yasal bir düzenlemeye ihtiyaç var mıdır?

Kadına yönelik şiddetle mücadelede en önemli silahımız, kadını ekonomik olarak güçlü hale getirmek olmalı, bu çok net. Mesleki tecrübelerim, parasal olarak güçlü, ekonomik bağımsızlığı olan kadının şiddetle daha az karşılaştığını gösterdi.

     Hukuk, eşitliği, adaleti sağlarken zayıf tarafa yönelik özel düzenlemeler getirir. Bunu birçok hukuk dalında görürüz. Mesela iş hukukunda işveren ile işçi, kira hukukunda kiralayan ile kiracı aynı güce sahip değildir. Hukuk bunu bilir ve adalet terazisinde denge için özel kurallar koyar. Burada da yasal özel düzenlemeler yapmamız gerekiyor.

Mesela;

  • - Gayrimenkul alımı sırasında eğer alıcı kadın ise vergi indirimi uygulanmalı. Kadın tapuda alım yaparsa %50 vergi indirimi uygulanacağı yönünde bir düzenleme yapılsa, bu durumda kadının mal sahibi olması kolaylaşır.
  • - Kadın işçi çalıştıran işverenlere, çalıştırdıkları kadın işçi için erkek işçiye göre %50 vergi ve SGK maliyetinde indirim getirilse eminim ki işverenler kadın işçi çalıştırmayı daha çok tercih eder.
  • - Kadın girişimcilere işyeri açarken ve işletirken vergi, sigorta indirimleri mutlaka değerlendirilmesi gereken hususlar.
  • - Motorlu taşıtlar vergisinin, emlak vergisinin kadınlardan alınmadığını düşünelim mesela
  • - Ya da ilk araç alımlarında özel tüketim vergisinde %50 indirim yapılsa, herkes kızının veya eşinin üzerine araba alır. Sizce ev ve araba tapusu üzerinde olan bir kadın, eğitim durumu ne olursa olsun şiddete maruz kalma oranı düşmez mi?

5-  Türkiye’de özellikle Anadolu’nun doğusunda Erkek Erkil bir yapı var. Toplumsal cinsiyet kavramını daha iyi kavrayabilmek için, eşitlik, farklılık, ayrımcılık gibi kavramları ele almamız gerekir mi? Bu konuda adil ve eşit bir eğitim sistemi ile uymayanlara cezai müeyyide verilmeli mi?

 Ben bunu doğu ve batı olarak kategorize edilmesini uygun görmüyorum, bu mesele tüm Türkiye’nin meselesi. Sadece bazı bölgelerde ki erkekler bu şiddeti gizleme gereği duymuyor. Tecrübelerim gösterdi ki, batı illerinde yetişmiş eğitim seviyesi oldukça yüksek erkeklerin bunu gizleme ihtiyaçları var. Aile içerisi şiddeti gizliyorlar, iş yerinde, arkadaş ortamında kısaca toplum içinde gayet kibar ve nazik görünürken evde eşine inanılmaz şiddet uyguluyor, kesici delici aletlerle işkenceye varan birçok vaka ile karşılaştım.

6-    Mesleklerin cinsiyetlere göre kodlanması ya da aile hayatında kadının rolünün azaltılması eşitliği sağlamada etkili politikalar mıdır?

Erkek olma, bilim, ekonomi, siyaset, savaş ve strateji ile ilişkilendirilirken kadın, bedeni, biyolojik farklılığı ile tanımlanıyor. Kadın çalışma hayatına sanayi devriminden sonra girince erkeğe ait meslekler kadınlarla paylaşılmadı. Kadınlar için meslekler üretildi, bunlar temizlik, tekstil, bakıcılık, hemşirelik, sekreterlik, öğretmenlik gibi çoğunlukla hizmet sektörü olduğu görülmektedir. Tüm bu mesleklere baktığımda kadının evinde ailesi için yaptığı işleri, artık bir ücret karşılığında başkaları içinde yapması anlamına geliyor.  Bu kodlamaları açıkçası yanlış buluyorum, herkes her istediği meslekte çalışabilmeli.

Türk iş hukukundaki ağır ve tehlikeli işlerde kadınlar için öngörülen çalıştırma yasakları ve sınırlamalar pozitif ayrımcılık gibi görünse de cinsiyet ayrımcılığına yol açtığını düşünüyorum.  Bu tür işlerde çalışıp çalışmayacağına kadın karar vermelidir, yasalar değil. Bu hükümler sonucu mühendis olmayan, sanayide çalışamayan birçok kadın yukarıda dediğim gibi hizmet sektörüne yönelmek zorunda kalıyor.

Aile hayatında kadının rolüne gelince, bu rol hiç değişmiyor. İş sahibi olsa da, ayakları üstünde dursa da, kadın hep bir anne ve evi çekip çeviren, kocasına karşı sorumlulukları devam eden birey olarak görülüyor. Bu görevleri aksatmama koşulu ile iş hayatında var olmasına izin veriliyor çoğunlukla. Hep para kazanan hem de geleneksel rolleri devam eden kadın, günümüzde daha çok eziliyor.

7-   Türkiye’de kadınların ekonomik ve sosyal yaşama katılımı için mevcut uygulamalar, kadınların sosyoekonomik göstergelerini nasıl etkilemiştir?

Öncelikle Anayasamız da var olan “POZİTİF AYRIMCILIK”tan bahsetmek istiyorum. Eşit fırsatlardan yararlanmak için, yeterli imkan ve şartları oluşmamış bireylere eşitlik sağlanana kadar bazı ayrıcalıklar sağlanması diye tanımlayabiliriz. Biz hukukçuların çok sevdiği bir örnek vardır. Eşitlik, camdan bakabilmek için herkese aynı yükseklikte sandalye vermek değil, boyları farklı olanlara farklı yükseklikte sandalye vererek herkese aynı seviyede camdan dışarı baktırabilmektir. Gerçek eşitlik budur. Aksi taktirde herkese aynı muamele yapılmalı deyip 190 cm boyundaki bireyi 50 cm yükseltip 150 cm lik bireyi de 50 cm yükseltip, genetik farklılıklarınız var yapacak bir şey yok demek egemenin eşitlik anlayışına aykırıdır. İşte tam bu noktada erkeklerle her alanda eşit hale gelene kadar kadınlara bazı ayrıcalıklar verilmelidir.

Tabi pozitif ayrıcalıklar verilmesi için öncelikle kadın ve erkeğin hukuk kuralları bakımından eşit hale getirilmesi gerekiyordu. Bu konuda birçok düzenleme yapıldı, bunlardan birkaçına kısaca değinmek gerekirse; Medeni Kanun’da çok önemli değişiklikler yapıldı, evlenme yaşının hem erkek hem de kadın için 17 olması, koca evlilik birliğinin reisidir hükmünün kaldırılması, “mal ayrılığı rejimi” kaldırılarak yerine “edinilmiş mallara katılma rejiminin” uygulanması, aile konutu şerhi, kira kontratını  diğer eşin devam ettirebilmesi gibi bir çok önemli gelişme sağlandı.

Bunun yanında 4857 sayılı İş Kanunu’nda yapılan düzenlemeler ile kadınların iş hayatına daha fazla katılımını destekleyecek hükümler getirildi. Bunlar, 150’den çok kadın işçi çalıştırılan işyerlerinde, 0–6 yaşındaki çocukların bırakılması ve bakılması, emziren işçilerin çocuklarını emzirmeleri için işveren tarafından, çalışma yerlerinden ayrı ve işyerine yakın kreş açılması, cinsiyetinden dolayı ayrımcılığa maruz kalan kadın bunu belirttiğinde ayrımcılık uygulamadığını ispat etme yükümlülüğü işverende olması, doğum izni vb.

Şimdi bu doğum izni konusuna da biraz değinmek istiyorum. Kanunumuzda babalara bir doğum izni yok aslında. Her ne kadar babalık izni diye bir izin var olduğu düşünülse de, o izin mazeret izni adı altında 5 gün (devlet memurlarına 10 gün) olarak veriliyor. Benim bahsettiğim babalık izni tam olarak ebeveynlik izni.  Çünkü bu tür bir düzenlemenin olmaması kanun koyucunun çocuk büyütmenin sadece annenin göreviymiş baktığı izlenimini veriyor. Babalarda 6 aylık ve 2 yıllık ücretsiz izinlerle çocuklarının gelişimine ve yetişmesine katkıda bulunabilir diye değerlendiriyorum. Eğer Anayasamıza göre tam eşitlik istiyorsak bu tür düzenlemelerde gerekli gözüküyor.

Sonuç olarak sorduğunuz soruya tekrar dönersek, bu düzenlemelerle kadınların iş hayatına katılımı artmakta ve katıldıklarında en az erkekler kadar katma değer oluşturmaktadırlar.

8-   Hukukta Kadın-Erkek Eşitliği var. Ancak uygulamalar bunun gerçek olmadığını gösteriyor. Kadınlar hala baskı altında. Özellikle Ülkenin belirli noktalarında kadına karşı şiddet ve erkek egemenliği hala yüksek görülüyor. Kadınların toplamda erkeklerle gerçek anlamda eşit düzeyde yaşayabilmesi için neler yapılabilir?

Kanunlarımızda birtakım eksiklikler olsa da, genel anlamda birçok konu düzenlenmiştir. Sorun kanunlarda değil, uygulama aşamasında. Şiddet mağduru kadınlar, aileyi, ebeveynlerini, her şeyi karşısına alıp karakola şikayete gittiğinde, görevliler tarafından “kocandır, olur böyle şeyler, uzun iş bunlar, sonra vazgeçiyor pişman oluyor tüm kadınlar,” diye telkin edilmiş olduklarını onlarca kez duydum.

Asıl mesele kanunun ruhunda değil, bu kanunların getirdiği uygulamalara hazır olmayan erkek egemen halkın ruhunda.  Bu konuda devlet pozitif yükümlülüğünü yerine getirmelidir, kayıtsız kalmamalı, sürekli şekilde müdahaleci olmalıdır. Kanun’un uygulamasını sağlayanlar, idarenin çalışanları, kamu görevlileridir. O yüzden kamu görevlilerinin kadına şiddet konusunda eğitimlerle desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin Adalet Bakanlığı hakim ve savcılara bu eğitim bir çok kez vermiştir ve yargı görevindeki insanların artık kanunları uygulama konusunda hassas olduklarını düşünüyorum.

Bir de devlet politikası ile okullarda ilk okuldan itibaren kız çocuklarının, hangi cinsiyete özgü olduğu öğretilmeden eşit şekilde meslek ve kariyer seçimi için cesaretlendirilmeli gerekmektedir.

Bitirirken, Yaşar Kemal’in çok önemsediğim eleştirel bir sözünden bahsetmek istiyorum; “Zulmün artsın ki çabuk zeval bulasın.”  İşte bu söz, bize gerçeklerin ne kadar acı ve zalimce olduğunu gösteriyor. Zulmü artırarak zeval beklemek medeni bir ulusun beklentisi olamaz. Hepimiz daha bilinçli olup çözümün tamamını devletten beklememeli, daha çok sesimizi çıkarmalıyız.

Erkek egemen siyaset kurumunun kadınlara yeterince yer vermediğinden dolayı, ülkemizdeki her kadın, kendi siyasetini kendisi yapıp sesini kanun koyucuya duyurmalı, biz erkekler ise bize öğretilen doğmalardan kurtulup kadın-erkek eşitliğini damarlarımızda hissetmemiz gerekiyor.  Başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmadığımız her an yıldızları görmekten hep mahrum kalacağız.